Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: Ağustos 2014 Follow my blog with Bloglovin

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Siyaset Biliminin Mümtaz'er Türköne ile İmtihanı*


Mümtaz'er Türköne
      Mümtaz'er Türköne, bir siyaset bilimci profesör sıfatıyla, Türkiye'nin günlük siyasi meselelerini değerlendirmekte ve aynı zamanda Fatih Üniversitesinde siyaset bilimi dersleri vermektedir. Yeni Şafak Gazetesi yazarı Salih Tuna'nın 8 Şubat 2014’te yayınladığı makalesinde, M. Türköne’nin 2011 genel seçimlerinde AK Parti'den milletvekili adayı olmak istediğini, daha evvel izdivaç ettiği genç talebesinin AK Parti milletvekilliği adaylığı kabul edildiği halde kendisine milletvekilliğinin verilmediğine dikkat çekmiş ve bunu şu sözlerle ifade etmişti: “Bir insan evladı, 'Talebem konumundaki eski eşimi milletvekili yaptığı halde beni milletvekili yapmayan parti kapatılsın' derse, anlaşılır bir durumdur bu.” Görünüşe bakılırsa, talebesi yaşındaki zevcesinin AK Parti’den kabul alıp kendisinin (ki daha sonradan ‘tuzluk’a dönüşme ihtimali fark edilmiş olacak ki) reddedilmesi vakası Türköne'nin içinde AK Parti'ye karşı şahsi bir kızgınlık sebebi olabilmektedir. Ancak, Türkiye'de iktidar mücadelesinin bir tezahürü olarak ortaya çıkan hükümet-cemaat ittifakının zamanla ihtilafa dönüşmesi ile beraber Türköne'nin iktidar aleyhine ifadeleri giderek, içindeki kızgınlığın dışa vurulması şeklinde cereyan etmiştir. Deniz, boğduğu canlıların cesedini işini bitirdikten sonra nasıl sahile vuruyorsa, Mümtaz'er Türköne'yi içinde boğan AK Parti kızgınlığı da, kendisini hükümet-cemaat mücadelesi esnasında sahile vurmuş görünmektedir. Türköne, 17 Aralık öncesinde kaleme aldığı tuhaf makalelerini bu tarihten sonra ayrı bir tuhaflık ile sürdürmektedir. Türköne’nin akademisyen üslubundan kopup, militan bir cemaat-ideoloji üslubu ile ifadeler kullanmaya başlamasını anlamaya çalışan Salih Tuna, 29 Ocak 2014’te şöyle soruyordu: “Acaba...'Kaseti falan mı var? Hem nasıl bir kasettir ki bu, böyle korkunç böyle rezil bir savrulmaya neden olabiliyor?' Acaba...'Eşini milletvekili yapan AK Parti, kendisini (milletvekili aday adayı
olduğu halde) yapmayınca bir kırgınlık mı yaşıyor? Fırsat bu fırsat deyip ödeşmek mi istiyor yoksa?'”.

     Türköne, 30 Mart Seçimleri yaklaşırken ideolojisinin mutaassıp bir müdafii olarak bilim adamı kıyafetini çıkararak iyice darbeciliğe soyundu. Bazı meşhur oyuncu isimlerin “sanat için”! soyunduğunu iddia ederek gündemde kalmaya çalıştıklarına şahit olan Türk halkı, 30 Mart mahalli seçimleri yaklaşırken M. Türköne’nin ‘siyaset ve cemaat için’ soyunduğunu, siyaset bilimi kıyafetinden tamamen çıplak ve uzak kalan bir ruh hali ile 28 Şubat’ın öncü isimlerinden Çevik Bir ile aynı çizgide yazılar kaleme aldığına şahit oldu. Malum, Çevik Bir, 28 Şubat’ı niçin yaptıklarını ABD’de neşredilen bir yayın organında, İsrailli bir akademisyen ile ortak kaleme aldığı makalesinde şöyle ifade etmişti: “Türkiye’yi dincilerin eline bırakamazdık.” (Bir&Sherman, 2002, c.9, n.4) 28 Mart 2014’te, yani mahalli seçimlerden iki gün önce Zaman Gazetesinde cemaatinin ve şahsının duasını dile getiren Türköne şöyle diyordu: “Seçimin erken alınmış bir tek sonucu var: Erdoğan, artık bu ülkeyi yönetemez”. Türköne’nin ruh halini tahlil etmeye çalışmak, tarih ve siyaset bilimi sahasında zaman harcamayı elzem kılmaktadır. “Erdoğan, Türkiye’yi bu saatten sonra yönetemez. Kendini kurtarma telaşında iken nasıl yönetsin?” gibi müdafiî olduğu liberal demokrasi ile izah edilmesi mümkün olmayan ifadeler kullanabilen bu siyaset bilimci yazar, Ahmet Davutoğlu'nun başvekilliğe namzet gösterilmesi akabinde yeni bir takım tuhaf tahliller ile karşımıza çıkmıştır. Türköne'nin 24 Ağustos 2014 Pazar günü neşredilen makalesinde şu ifadeler yer almaktadır:

Modernleşme döneminde Osmanlı ordusunda iki tür subay vardı: Mesleğe nefer olarak başlayıp, gösterdiği yararlılıkla paşalığa kadar yükselen okuması-yazması olmayan “alaylı” subaylarla, Harbiye’den yetişme, sevkü’lceyş bilen, bir topun namlusunun sinüs ve kosinüsünü hesaplayabilen eğitimli subaylar. Erdoğan çekirdekten yetişme bir alaylı, Davutoğlu ise çok iyi eğitim almış ve eğitim vermiş bir mektepli. Biri sezgileri ve içgüdüleriyle hareket ederken öbürünün zihninin gerisinde mutlaka sistemli bir teori işliyor.

   Osmanlı’daki alaylı ve Harbiyeli askerlerin yükselişi ile, günümüz Türkiyesindeki askerî olmayan siyasetçilerin yükselişi arasında bir benzerlik kurulabilir. Ancak aralarındaki büyük farklardan ötürü bu benzerlikler fazla izah edici olmaz. Alaylı veya Harbiyeli kökenden gelen Osmanlı paşaları tayin edilmiş memurlardır, halkın iradesi ile değil devletin zirvesinin müsaadesi ile yükselirler. Erdoğan ve Davutoğlu, devletin müdahalelerine rağmen mücadele ederek bu günlere gelmiş şahsiyetler olup, halkın iradesi ile seçilmişlerdir, tayin edilmiş değillerdir. Türkiye’de yaşayan ve siyaset bilimci olduğunu iddia eden, üstelik derin tarih bilgisine sahipmiş gibi bir tavır sergileyen bir profesör, eğer hala Erdoğan’ı, aklı ile hesap yaparak müfredat hazırlayan bir siyasi deha değil de içgüdüleriyle hareket eden birine benzetiyorsa, onun siyasi dehasında mağlup olmaya mahkumdur ve bu mağlubiyetle daha da hırçınlaşmaktadır. Bu, siyaset bilimini bilmeyen CHP-MHP zihniyetinden farklı bir zihniyet değildir. O halde aynı “çatı” altında buluşmak, bu zihniyetin en layık olduğu yermiş demekten başka yorumu da bizlere bırakmaz. Erdoğan, şu anda dünyanın en ileri üniversitelerinde insan psikolojisi, karşısındakinin gözünün içine bakarak ona söyleyeceğini unutturma ve suçluluk hissettirme, siyasi karar alma, kararlı duruşu ile kitleleri büyüleme, hitap ederken kelimeleri telaffuz etme, basın mensupları karşısında heyecanlanmadan zihnindekileri evde tek başına konuşuyormuş gibi aynı kararlılıkla ifade edebilme, kağıda bakmadan saatlerce konuşabilme ve harika bir hafıza tekniği ile kısa sürede çok şeyler ezberleyebilme hususunda doktora çalışmalarına danışmanlık yapabilecek bir kapasitededir. Eğer fevri davranan bir siyasetçi olsaydı Türkiye şu ana kadar çoktan Suriye ile harbe girmiş, halk sokaklara dökülmüş ve hükumet defalarca düşmüş olurdu. Hatta eğer Erdoğan mühendislik hassasiyetiyle düşünen değil de fevri davranan, aklı ile zeki bir insan gibi davranan değil de, iç güdü ile davranan bir şahsiyet ise şayet, o halde bu tablo M. Türköne için çok daha vahimdir. Çünkü aklını kullanan, profesör olan ve beynelmilel ittifaklara girişerek topyekün hücum edenleri, aklını kullanmadan içgüdüleri ile devirebilmiş ise, karşısındakilerin aklından üstün içgüdülere sahiptir ki bu "fevkaladenin fevkinde" bir hal olur.

halef-selef
   Ahmet Davutoğlu’nun çok iyi bir tedrisattan geçtiği malumdur. Davutoğlu, hayatını bilime vakfetmiş, maddi imkanlara sahip olduğu için para kazanmakla değil ilim kazanmakla ve geri kalmış ülkesinin terakkisine çareler aramakla hayatını geçirmiştir. Doktorasını yaparken dünyayı gezmiş, dünyayı anlamaya çalışmış, meselelerin sebepleri ve özünü idrak ile vakit harcamıştır. Malezya’da siyaset bilimi bölümünü kurmuş, beş sene burada dersler vermiştir. Kâh Mısır’da, piramitlerin dibindeki gölgelerde dolaşan bir doktora talebesi, kâh Uhud Dağının etrafında dolaşarak harbin sevkülceyş vaziyetini ve Müslüman ordusunu muhasara eden Halid bin Velid’in hamlelerini, kâh Ürdün’de ve Suriye’de dolaşarak Arapçasını geliştirmeye çalışan ve buralardaki Osmanlı tarihinin izini süren bir talebe, kâh Uzak Doğulu Müslümanların camilerinde ve üniversitelerinde dolaşan, bu insanları ve mekanların mirasında yatan ruhu anlamaya çalışan bir araştırmacı-seyyah bilim adamı olmuştur. Hatta bunları yaparken çoğu defa ailesini uzun süre ihmal etmek mecburiyetinde kalmıştır. Zira bu işler ailece hep birlikte yapılabilen tütün dizmek, fındık toplamak veya biber doldurarak yemek hazırlama işine pek benzememektedir. Bu esnada Erdoğan’ın mücadelesi İstanbul’da cereyan etmektedir. 1990-95 arasında, Davutoğlu Malezya İslam Üniversitesinde ilmî dersler talim ettirirken, Erdoğan İstanbul’da siyasî mücadele vermekte ve halkın iradesi ile belediye başkanlığına gelmektedir. Davutoğlu, 1995-99 arasında Marmara Üniversitesi’nde dersler verirken, Erdoğan İstanbul’da başlattığı büyük projelerin ve halkın gözünde kazandığı itibarın hesabını vermekte, darbe yiyerek hapis yapmaktadır. Davutoğlu 1998-2002 arasında Harbiye’de dersler verirken, Erdoğan halkın iradesi ve siyasi dehası sayesinde Türkiye’yi değiştirecek iktidara yürümektedir. Bu iktidarın hedefi önce Türkiye’nin belini doğrultmak ve akabinde Osmanlı coğrafyasına inmektir. Bunun için makul isimler tespit edilir. Erdoğan’ın yol arkadaşı Abdullah Gül, Türkiye’nin dış politikasında Ahmet Davutoğlu’ndan istifade edilmelidir diye düşünür. Ankara’dan İstanbul’u arayarak kendisini bu iş için davet eder. Ama Davutoğlu bir ilim adamıdır ve “bilim adamı bu şekilde siyasetçinin ayağına giderse siyasetin emrine girerek ilmî hüviyetini kaybeder” diyerek kibarca cevap verir. Bunun üzerine A. Gül Ankara’dan İstanbul’a gelip, A. Davutoğlu’nu ikna eder ve alıp Ankara’ya götürür. “Komşularla sıfır ihtilaf” siyaseti Yeni Türkiye’nin kısa vadeli bölge politikasında bir kızıl elma olarak, Davutoğlu’nun Türk dış politika müfredatına yerleştirdiği bir idraktir. “Çatışarak, inatlaşarak değil müzakere ederek önce komşularımızla aramızı düzeltmeliyiz” der. Zira komşularımızla yaşadığımız gerilim büyük devletlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Bunu ısrarla anlamak istemeyen çok sayıda “yazar-düşünür” veya (yatar-düşgörür) insanlar ne için tenkit ettiklerini bile bilmeden ahkam kesmeye başlarlar. Önce “Sıfır ihtilaf da nereden çıktı?” derler, sonra Suriye ile vizeler kalktıktan iki sene sonra aynı ülke ile gerilimler başlayınca “Hani sıfır ihtilaf olacaktı, sıfır komşuya döndük, ne oldu?” gibi ifadelerle sırıtırlar ama yerine daha iyisini teklif edemezler. Bir iki sene de olsa sıfır ihtilaf siyaseti işe yaramış, hatta bunu hayalperest bulanlar zamanla buna alışmış ve gerilim başlayınca sanki yüz senedir Suriye ile dostmuşuz gibi Şam ile vizeyi kaldırmayı başaran kişileri kabahatli bulmuşlardır.

     Bu minvalde bakacak olursak, farklı sahalarda mücadele vererek bugün bir ihsan-ı ilahi olarak aynı yolda bir araya gelmiş bu iki ismi kıyaslarken siyaset biliminden uzak tam bir cemaat ideolojisi çizgileriyle tahlil yapmaya çalışmak maalesef bu işlerden anlayanlara karşı saygısızlıktan başka bir şey değildir. Bu noktada basiret bağlanması yaşayan Türköne’nin sözleriyle devam edelim:

Davutoğlu isminin ilan edildiği toplantıda yaptığı teşekkür konuşmasında “12 yıllık restorasyon hareketi”nin devam edeceğini söyledi. Erdoğan “restorasyon”un ne anlama geldiğini, yaptığı işin bir restorasyon işi olduğunu -bu tabiri bugüne kadar hiç kullanmadığına göre- bilmiyor olmalı. Kuvvetli siyasî tarih bilgisi olmayan ve bu tabiri eski eserlerin onarılması olarak anlayan AK Parti kurmayları da Davutoğlu’nun muradını anlayamaz. Fransız Devrimi’ni, Napolyon Savaşları’nı sonrasında Avusturya şansölyesi Metternich’in mimarı olduğu Avrupa Uyumu’nu ve 1815’ten 1848’e kadar devam eden dönemin Restorasyon Dönemi olduğunu bilmeden, Davutoğlu’nun uzmanı olduğu alana ait bu kavrama ne anlam yüklediğini ve dolayısıyla Türkiye’ye nasıl bir yön tayin ettiğini çözemezsiniz. “Van minits”in karşısına “restorasyon”u yerleştirmek, Erdoğan-Davutoğlu farkını anlamak için size bir fikir verebilir. Biri tesadüf eseri yerine oturmuş bir meydan okuma, öbürü ise teorik bir çözümlemenin ve sistematik bir düşüncenin ürünü.

    Erdoğan’ın bugüne kadar yaptıklarının bu topraklarda devlet için Nizam-ı Cedîdi başaran Sultan 2. Mahmud’dan beri yapılmış en büyük restorasyon olduğunu anlamadığını iddia etmek ve Erdoğan’dan daha iyi İngilizce bildiğini gösterme kompleksi ile O’nun “one minute”ü ile alay etmek Salih Tuna’nın M. Türköne ile alakalı yukarıda yer verdiğimiz tespitlerini haklı çıkarmaktadır. 2012’de ekranlarda Ergenekon tutuklularının ateşli müdafiî Ramiz İlker Paşa ile atışırken, “Siz 2. Mahmud mu oldunuz da orduyu kaldırıyorsunuz?” çıkışına cevaben “3. Selim’in ıslahatçı mirasına sahip çıktıklarını, hükümetin Türkiye’yi ıslah ettiğini” dile getiren Türköne, iki sene sonra aynı hükümetin “ıslahat” kelimesinde yatan manadan bîhaber olduğunu iddia ederken, aslında kendisini tekzip etmektedir. Yok eğer 2012’de “ıslahat yapan” olarak hükümeti değil de cemaati kastetmiş idiyse, o zaman Ergenekon Davasını hükümetin değil cemaatin başlattığını itiraf etmiş olur ve bugünkü ifadeleri ile gene tenakuza düşer. Son yazısında, Davutoğlu’nu tayin eden Erdoğan’ı Davutoğlu’ndan “geri” ve “şuursuz” bir idrak seviyesinde göstermeye çalışmak da cemaatin “iktidarla topyekün ihtilaf” siyaseti mucibince olsa gerektir. Nitekim aynı cemaat yakın zaman kadar Gül-Erdoğan mukayesesi yaparak Erdoğan’ı “geri kafalı” göstermeye çalışırken şimdi aynı politikayı Erdoğan-Davutoğlu mukayesesi üzerinden sürdüreceğini ibraz etmiş oluyor. Davutoğlu’nun bu cemaate karşı devleti müdafaa edeceği için tayin edildiğini ilan eden Erdoğan’ın vekili Davutoğlu’nun, siyasi zihniyetini bilen cemaat belli ki O’nu Erdoğan’ın nazarında “kellesi koparılacak” yeni bir Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yapmak istemektedir:

Teorik düşünce her zaman başarılı sonuçlar vermez. Tarihi filozoflar değil politikacılar yapar; her iki nitelik nadiren aynı kişide bir araya gelir. Davutoğlu’nun bugün adı bile unutulan “sıfır sorun” politikasına bakarak onu peşinen mahkum edenler, belki de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı hatırlamalı. Tarihçiler der ki, padişah kellesini almasaydı, Viyana bozgunu sonrası devletin girdiği muhatarayı düzeltecek olan yine oydu. Bin yıllık bir devletin restorasyonunda bu örnekler yabana atılmamalı.

    Günümüzde Türk iç ve dış politikasında cereyan eden tüm çatışmanın temelinde Türkiye’nin “Orta Doğu”daki tüm sahalara hızla giren bir oyuncu olmak istemesinin yattığını anlamaktan imtina eden ‘yatar-düşgörür’ profesörlerimizin sayısı pek de az değildir. Türköne gibi isimler bunun sebebini başka türlü anlamak (veya propaganda yapmak) çabasındadırlar. Onlara göre tüm bunların sebebi Erdoğan’ın “tek adam olma kibri”dir:

Duygusal travmalar unutulur, kırgınlıklar geride kalır. Bugünün keskin düşmanlıkları Erdoğan’ın iktidar tekeli oluşturma ve otokratik bir düzene geçme çabalarının ürünüydü. Yürümeyen yolsuzluk soruşturmaları ve bu soruşturmaları engellemek için uydurulan “paralel devlet hayaleti”, Erdoğan’ın niyetlendiği ama başaramadığı bu otokrasinin finans ayağının ürünleri. Davutoğlu Erdoğan için bu otokrasiyi “restore” eder mi? Davutoğlu’nun restorasyondan anladığı çok farklı. Peki, Davutoğlu kendi otokratik yönetimini oluşturabilir mi? Davutoğlu’nun çok iyi bildiği siyasî realizm, bu ihtimalin imkânsız olduğunu söylüyor. Yakın dönemde siyasette çok ortaklı bir şirketin çoğunluk hissesi olan patronu ile CEO’su arasındaki ilişkiyi takip edeceğiz. Bu ilişkinin biçimini iki taraf değil, piyasa beklentileri belirleyecek.

    Görülülüyor ki, her kötü şeyin müsebbibi Erdoğan olarak gösterilmektedir. Bu vaka, bize tarihi hatırlatmaktadır. Eğer Türköne, Ali Suavi Vakası ile İttihat-Terakki’nin Sultan 2. Abdülhamid Hanı devirmek için dış destekler alarak nasıl çalıştıklarını, “Sultan’ın yolsuzluk yaptığını ve dine aykırı hareketlernin olduğunu” iddia ederek halkı nasıl aldatmaya çalıştıklarını biliyor olsaydı kendisinden bu kadar dar nokta-i nazardan yaklaşımlar geliştirmesi beklenmezdi. Hatta tüm Türk halkının tarihi bilmediğini varsayarak, yeni nesil bir İttihatçı ruhuyla her kötülüğün müsebbibi olarak Sultan’ın iktidarını göstermeye çalışması, cahilliğine verilir, kaale bile alınmazdı. Ancak, M. Türköne’nin Ali Suavi Vakasını çok iyi bildiği ve 1878’deki bu vaka ile günümüzdeki “Erdoğan Düşmanlığı” meselesinin tarihî bir tekerrür olduğunu gördüğünü düşünen birisi olarak iki ihtimale yer veriyorum: Ya koyu cemaat taassubu onu bilerek ve isteyerek yalan söylemeye, yani müfteri olmaya maruz bırakıyor veyahut gene Salih Tuna’ya hak vermek mecburiyetinde kalıyorum: “Acaba kasedi mi var?” Eğer gerçek ikinci şıkta saklı ise masumdur. Allah kurtarsın!

Derkenar: Ali Suavi, şeyh-alim tarzında bir şahsiyet olarak Sultan 2. Abdülhamid’in iki senelik iktidarı karşısında Londra-Paris farmason localarının desteğinde İstanbul’daki siyasi zemini şekillendirmeye çalışan İttihatçı (Genç Türkler) hareketine iştirak etmişti. Darbe sevdasıyla Saray’ı basarak kan akıtmaktan imtina etmemiş olan bu alim! zât, ilmini memleketin bekası için değil, hebası için sarfetmişti. Genç Türkler’in öncüsü Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, Tunalı Hilmi gibi İslâm dininden pek hazzetmeyen isimler ile bu Müslüman-Alim! zâtın aynı iktidara karşı ittifak etmeleri, 2013-2014 senesinde başka isimler ile ama aynı suret dahilinde aynen tekerrür etmektedir. İttihatçıların torunları CHP ile Ali Suavi’nin yerini almış olan alim! bir zatın ittifak ederek aynı iktidara aynı ifadeler ve tekniklerle taarruz etmeleri hayret verici bir tekerrürdür.



*Bu yazı, Zaman Gazetesi yazarı Mümtaz'er Türköne'nin 24 Ağustos 2014 Pazar günü neşredilen makalesine ve genel olarak 17 Aralık sonrası tutumuna bir tenkid mahiyetindedir.


20 Ağustos 2014 Çarşamba

Beni Kurayza İhanetinden IŞİD Terörüne Giden Çıkmaz Yol


     IŞİD denilen, insanlıktan nasibini almamış eşkıya sürüsünün tarih sahnesine birdenbire çıkışıyla birlikte, bir takım zevatın ağzına, Beni Kurayza Kabilesinin cezalandırması hadisesinin dolanması hiç de şaşırtıcı gelmedi doğrusu! İslamiyetin boğazlarından aşağıya geçmediği bu haydutları İslam Dini ile bağdaştırmak, en hafif hali ile dahi zulümdür. Bu bağdaştırmadan ne kastedilmek istendiğini anlamak ve konuya daha bir derinden bakabilmek için her iki konuyu da beyaz kağıda dökelim (İslamiyet deyince vücut kimyası bozulan ve empati yeleğini çıkarıp hemencecik antipati zırhına bürünenlere pek faydası olmaz ama belki doğruları öğrenmek isteyenler çıkabilir elbette):

Beni Kurayza Gazvesi ve Yahudilerin İhaneti:

     Peygamber Efendimizin ve Ashab-ı Kiramın Medine'ye Hicreti ile, İslam Tarihinde "Medine Dönemi" olarak bilinen devir başladı. Bundan evvel, Mekkeli müşrikler eli ile yıllardır devam edegelen zulüm ve işkenceler karşısında Müslümanlar, müşrikler ile mücadele etmek için defaatle izin istediler ancak izin verilmedi. Hicretten sonra ise, İslam Devletinin teşekkül etmesi ile birlikte, mahzun Yesrib, "medeniyet"in ta kendisi "Medine"ye dönüşürken, Mekke'dekilerle cihada da izin verildi. 

     Medine'de o sıralarda, Evs ve Hazrec kabileleri ile birlikte, Benî Nadir, Benî Kaynuka ve Benî Kurayza adındaki üç tane Yahudi kabilesi de meskundu. Bu Yahudi kabileler haricindeki halk, toptan İslamiyeti benimsemiş ve Resulullah Efendimizi, büyük bir iştiyakla bağrına basmıştı. Ancak mezkur üç kabilenin derdi büyüktü çünki her başları sıkıştığında "Ya Rabbi, bize göndereceğini vaat ettiğin Ahır Zaman Peygamberi hürmetine yardım et, bize zafer ihsan et" diye ettikleri müstecap duaların karşılığında gelen Son Elçi, Yahudilerden değil, gıcık oldukları Araplardan zuhur etmişti. Haliyle kıskançlık ve kızgınlıktan akılları başlarından gitti. Bu durum, Hicretten sonra daha da şiddetlendi ve Müslümanları alt etmek ve yenilgiye uğratmak için Mekkeli Müşriklerle gizli ittifaklar dahil, her türlü yola başvurmaya başladılar (Medine Sözleşmesi diye bilinen, geniş çaplı anlaşmaya uyacaklarına söz verip imza atmış olmalarına rağmen). Bedir, Uhud derken, işler hiç de Yahudilerin istediği gibi gitmiyordu. Mekkeliler bir türlü beklenen zaferi gerçekleştirememişti. Beni Kaynuka ve Beni Nadir kabileleri, daha önceden saflarını açıkça belli edip, çeşitli vesilelerle, yapılan anlaşmalara ihanet ettikleri için Medine'den sürülmüşlerdi ve orada sadece Beni Kurayza Yahudileri kalmıştı. Müslümanlar, Hendek Savaşının başlaması ile birlikte büyük bir kuşatmanın içinde buldular kendilerini. Anlaşma gereği, şehir savunmasına fiilen katılması gereken Kurayzaoğullarının olduğu tarafa hendek dahi kazılmamıştı. Kuşatma uzadıkça, Mekkelilerin büyük ordusunun Medineli Müslümanları yeneceğini düşünen Yahudiler, ihanete ve arkadan vurmaya başladılar. Kendilerine bir heyet gönderilerek, neden savaşın en kızışık zamanında ihanete yeltendikleri sorulunca, iyice şımaran Kurayzalılar, hem gelenlere hem de Peygamber Efendimize ağır hakaretlerde bulundular. Ve hemen akabinde de, alçakça bir şekilde, cephede bulunan erkeklerin ailelerinin baskına kalkıştılar. Bu yapılanlar, mutabakat  metnine açık bir muhalefet olmasının yanı sıra, ayan beyan bir çapulculuk, düşmanla işbirliği, sabotaj ve ihanetti. Devletin iç güvenliğini doğrudan, bilavasıta tehlikeye atan bu durumun "medeni ülkeler"de adı "vatana ihanet"tir ve şu andaki durumda dahi bunun karşılığı ya idamdır ya da ömür boyu hapistir. 

     Hendek Savaşında, kelimenin tam manasıyla  "rüzgar terse dönmüş" ve Müslümanlar kesin bir zafer kazanmıştı. Ancak yapılacak çok mühim bir iş kaldı; o da ihanet şebekesini cezalandırmak. Daha muharebede kalkan tozlar yere düşmeden, Peygamber Efendimiz ve eshabı, hemen Kurayzalıların sağlam kalesine doğru yöneldi. Önden Hz. Ali gitmişti ve oraya vardığında duyduğu şeyler hiç de hoş değildi. Kurayza Kabilesinin fertleri sövmeye ve alay etmeye devam ediyordu, herhangi bir pişmanlık ve af dileme girişimi yoktu. Hz. Peygamber, durumun farkında olarak, kalenin önüne geldi ve içeridekilere teker teker seslenerek, Müslüman olmalarını teklif etti. Buna müspet cevap gelmeyince, bu sefer de teslim olmaları çağrısında bulundu. İslam askerinin, tarih boyunca, düşman karşısındaki tavrını da özetleyen bu iki teklifin ardından, silaha başvurmaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştı. Beni Kurayza'nın kalesi muhasara altına alındı ve bu kuşatma uzadıkça uzadı. Bunun üzerine Yahudiler, belli şartlar ileri sürerek teslim olacaklarını söylediler. Şartlardan biri, mal ve silahları bırakıp Medine'den ayrılmaktı ancak Resulullah, bu teklifi kabul etmedi çünki aynısı Beni Nadir Yahudilerine de uygulanmış ve onlar da doğrudan düşman saflarında birer nefer olarak geri dönmüştü. Kayıtsız şartsız teslimiyete razı olan Kurayzalı Yahudiler, kaleden çıkmaya başladı. Peygamber Efendimiz, verilecek hüküm konusunda hakemlik yapacak kimseyi tayin etmelerini istedi. Onlar da, Evs Kabilesinden Hz. Sad bin Muaz'ı hakem olarak seçtiler. Sad bin Muaz, her iki tarafın da, verilecek karara uyması konusunda sözünü aldı. Hz. Sad'ın verdiği hüküm, Tevrat'a tam olarak uygundu, yani Yahudiler, Hz. Musa'nın şeriatine uygun olarak cezalandırıldılar: Eli silah tutanlar öldürülecek, mallar fey olunacak (yani taksim edilecek), kadın ve çocuklar da esir statüsünde hayatlarına devam edecek.

     IŞİD Belası:

     20. yüzyılın sonlarına doğru iyice yükselen Selefiliğin ve Batı Dünyası açısından mükemmel işleyen "Müslüman=terörist" algısının tabii neticelerinden biri, Ortadoğu denilen coğrafyada kendini "Irak ve Şam İslam Devleti" olarak birdenbire gösteriverdi. Büyük çoğunluğumuz için gerçekten de "birdenbire" olmuştu. 2014 yılı ile birlikte, sıkıntılı Irak topraklarının batısında, merkezi ortoritesi zayıflamış ve iç savaş halindeki Suriye'nin doğusunda, Toyota markalı vasıtalara doluşmuş, ağzı burnu kapalı, ellerinde "La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah" yazılı İslam Sancağı ile, bir güruh peyda oldu. Bu çapulcu güruh, kasıtlı olarak ilk önce "Sünni" sıfatıyla adlandırılmak istendi ancak önlerine her geleni kafir ilan edip kafa kesen ve o topraklarda medfun bulunan zevat-ı kiramın türbelerini havaya uçuran eşkıyaların, Sünnilikle hiçbir ilişkisinin olmadığı tez zamanda ortaya çıktı. 

     Peki, neydi bu Ortadoğu'yu kasıp kavuran dalga? Çok basit ve temel olarak, şu ana kadar anlaşıldığı haliyle, Ortadoğu'da, Batılı Kuvvetlerin "cetvel vasıtasıyla" çizdiği sınırların (Sykes-Picot Anlaşması) değişmesi ve güncellenmesi gerektiğinin, 1800'lerin başında yaşanan Birinci Vahhabi Ayaklanması ve Suudi Arabistan devletinin kurulması ile neticelenen İkinci Vahhabi İsyanının bir devamı olarak görülebilecek "asi" bir hareketle desteklenmesi işlemi gibi duruyor. Yani, Vahhabi Selefi tayfanın isyanı görünümlü, yeni bir sınır ve denge değiştirme harekatı. 

     Ortadoğu'da en ağır işkence ve katliamları (hem de Müslümanlara) yapan bu "sürü"yü, kendisini oluşturan unsurlara geniş haklar ve imtiyazlar tanıyan, onlara müsamaha ile davranan ve son ana kadar "sulh yolu"nu tercih eden, Yahudilere hakem seçme şansı veren ve onları, kendi ahkamlarına göre cezalandıran İslam Devleti ile bir tutmak için ise, çok farklı çalışan bir kafaya sahip olmak lazım gelir elbette!


16 Ağustos 2014 Cumartesi

İslam Tarihindeki Bazı Tartışmalı İsimler: Yezid, İbni Ziyad, Haccac, Mervan


     İslam tarihinde bazı şahsiyetler, çok uzun süreden beri alevli tartışmaların odağında yer almıştır. Mısır'dan toplaşıp gelen azgın Kıptilerin, Medine'yi basması ve Hz. Osman'ın şehid edilmesinin ardından, daha Hicri 35'li yıllarda, olaylara hissi yaklaşan, tarafsızlıktan uzak ve çıkarcı kimi tarihçilerin de yangına körükle gitmesiyle, ileride çok daha derin uçurum ve düşmanlıklara sebebiyet verecek üzücü hadiseler yaşanmaya başlandı. "İnsanların, Peygamberlerden sonra en üstünleri" olarak methedilen ve "Sahabe-i Kiram" gibi üstün bir sıfatla bilinen zatların arasında vuku bulan, doğru okunmadığında ise "iman"ın kendisini dahi tehlikeye sürükleyecek muharebeler, araya giren çeşitli fitnebazların gayretleri ile inananları bölmek ve aralarında husumet çıkarmak için kullanıldı. Cemel ve Sıffin vakaları, sonrasında ise Kerbela Faciası, bunlar arasında en bilindik ve en çok istismar edilen başlıklar arasındadır. Bu olaylara fiilen katılan ve "ictihad etmeleri", doğru olanı ortaya çıkarma çalışmaları neticesinde karşı karşıya gelen Eshab'ın Büyükleri, sanki mevki ve makam hırsı ile hareket ediyor ve biri yekdiğerini katletmeye çalışıyor olarak resmedilmek istendi. Şöhret ve mal peşindeki yaltakçı tarihçilerin, EmevileriAbbasi idarecilerine kötü gösterme gayretleri de üstüne eklenince, işler iyice "rockçı saçına" döndü. Özellikle Şii ve Rafızilerin, olayları dramatize edişi ve ajitasyon dolu yaklaşımları, kantarın topuzunu iyice kaçırdığı için, özellikle Emevi Devletinin tarihinde mühim yer etmiş birkaç şahsiyete yakından bakmak lazım:

     1. Yezid bin Muaviye: Kerbela Faciası ve Hz. Hüseyin'in şehadeti sebebiyle, en çok anılan kişilerden biridir (aslında en az onun kadar babası Hz. Muaviye de anılmaktadır ama kendisi Eshaptan ve hatta vahiy katiplerinden biri olduğu, hadislerle övüldüğü ve İslam Alimleri kendisinden hadisler naklettiği için hakkında ileri geri konuşmak aklı başında bir Müslüman için akıl kârı değildir). Yezid'e karşı (İran'daki komik düzenin bekçileri ona en çok sövene hediye falan mı dağıtıyor anlayabilmek mümkün değil) inanılmaz bir linç kampanyasıdır gidiyor ve buna maalesef, çok sayıda Sünni de alet oluyor.
 
     Yezid, Hicretin 26. yılında Şam'da doğdu, 34 yaşında Emevi Halifelerinin ikincisi oldu ve dört sene sonra vefat etti. Ancak daha öncesinde, babasının emri ile, daha 24 yaşında ordu komutanlarından biri olarak, Ebu Eyyüb el Ensari ismi ile bilinen Halid bin Zeyd ve daha birçok Sahabinin de dahil olduğu (Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Abbas gibi) askerle, İstanbul'u fethetmek gayesi ile sefere çıktı. Bilindiği üzere Hz. Ebu Eyyüb, İstanbul önlerinde 90 yaşını geçkin olarak şehid oldu.

     Babası, vefat etmeden evvel yaptığı istişareler neticesinde, oğlunun kendinden sonra halife olmasına ikna oldu ve ona çok nasihat etti. Eshabın büyüklerinden Abdullah bin Ömer ve Mugire bin Şube dahil, eshaptan o zamanda sağ olan bazıları da, birlik olması ve ayrılık, fitne çıkmaması için (daha birkaç sene önce yaşanan kanlı olayları ve neticelerini de hesaba katarak) ona biat etti.

günümüz Necefinden bir görüntü
     Kerbela ve Hz. Hüseyin'in şehid edilmesine gelince: Yezid'in, Hz Hüseyin'i öldürme emri vermediği, Şii kitaplarında da gayet açıktır. Yezid'in gayesi, çıkması kaçınılmaz olan fitneyi önlemek ve düzeni sağlamak idi. Emirler Ubeydullah bin Ziyad'a gelince, o da Ömer bin Sad bin Ebi Vakkas komutasında bir ordu gönderdi ve İslam tarihindeki en üzücü vakalardan biri meydana geldi. Ancak Hz. Hüseyin'i tam olarak kimin katlettiği belli olmadı. Yezid'in "öldürün" gibi bir emri olmadığı, Ubeydullah bin Ziyad'ın fiilen orada olmadığı, Ömer bin Sad'ın da İmam Hüseyin'e "geri dön" çağrısında bulunduğu bir ortam var. Ama ne yazık ki arada, bir sürü fitneci ayak takımı var!
   
     Yezid bin Muaviye, Hz. Hüseyin'in mübarek başı huzuruna getirildikte, "Allah İbni Mercane'ye lanet etsin, Hüseyin bana gelseydi ona affederdim, istediklerini yerine getirirdim" gibi, üzgün olduğunu bildiren sözler söyledi ve ağladı. Hz. Hüseyin'in oğlu Zeynelabidin (ki kendisi 12 imamın dördüncüsü olur), saraydan ayrılana kadar kendisi ile birlikte yedi ve ikramlarından istifade etti. Ehl-i Beyt'in geri kalanları da sarayda misafir olarak ağırlandı. Birkaç gün sonra, çok sayıda hediye, altın ve bir maiyet ile Medine'ye döndüler.

     Hakkında, bazı alimler tarafından "Yezid bî devlet" (yani nasipsiz) ve fasık gibi kelimeler kullanılmıştır"Şarap içtiği" yönündeki iddialar kesin olmamakla birlikte, namazlarını kıldığı bilinmektedir. Yezid'e ve diğer bazılarına lanet etmek uygun değildir, zaten İslam dininde "lanet etmek" bir ibadet değildir ve ancak bazı vakalarda müsaade edilmiştir.

     2. Ubeydullah bin Ziyad bin Ebu Süfyan bin Harp: Medine'nin Fethi günü iman eden ve Sahabeden olan Hz. Ebu Süfyan'ın torunudur. Kendisine İbni Sümeyye ve İbni Mercane de denirdi. Genç yaşta Emevilerin Horasan Valisi oldu. Daha sonra Buhara'yı aldı ve ardından Basra Valisi oldu. Hakem Olayından sonra zuhur eden Haricilere, bu bölgede ağır darbe indirdi. Kerbela Vakası olduğunda ise Küfe'de valiydi. Aşere-i Mübeşşereden olan Sad bin Ebi Vakkas'ın oğlu Ömer'i, Hz. Hüseyin'in de içinde bulunduğu topluluğa karşı göndererek facianın yaşanmasına sebep oldu fakat doğrudan Hz. Hüseyin'in şehadetine bir dahli yoktur, onu teslim alıp getirmelerini emretmişti. Sonraları, yaşanan siyasi çekişmeler ve karışan ortalık neticesinde, Ehl-i Beyt'i çok sevdiğini ve Hüseyin bin Ali'nin intikamını alma peşinde olduğunu iddia eden ve Emevilere karşı isyan tertipleyen Muhtar Sekafi'nin gönderdiği ordu tarafından mağlup edildi ve öldürüldü.

     3. Haccac bin Yusuf Sekafi: Haccac-ı Zalim olarak da bilinen bu idarecinin, 120 binden fazla kişinin kanına girdiği söylenir. Halife Abdülmelik'in komutanı olarak, Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir bin Avvam'ın, cesareti ile meşhur oğlu Abdullah'ı, Şam'a itaat etmediği için Mekke'de şehid etti. Hicaz ve Irak Valiliklerinde bulundu. Haricilere karşı savaştı ve taa Hindistan'a kadar olan bölgelere İslamiyeti yaydı. Zalim ve gaddar olduğu kadar da İslamiyet'e faydası dokundu. Bugün, onlar olmadan Kur'an-ı Kerim'i düzgün okuyamadığımız, hareke denilen işaretleri koydurmuştur. Ayrıca Kabe'nin şu andaki hali, kendisinin eseridir.

     4. Mervan bin Hakem bin Ebil'as bin Ümeyye: Emevi Devletinin dördüncü halifesi. Mekke'nin Fethinde imana gelenlerden biriydi fakat Eshaptan olamadı. Hz. Osman bin Affan amcasıdır ve sonradan kendisinin katipliğini ve yardımcılığını yapmış, hatta ona damat olmuştur. Zalimliği kadar ilmi ve zekası da çoktu. Önceleri Hicaz ve Medine valiliği görevinde bulunmuştu.

     Şimdi, genelde bu konulara ballandıra ballandıra bulaşırken fazlaca yapmadığımız bir şeyi yapalım; empati:

100 sene bile dayanamayan Emevilerin
İslamiyeti yaydığı bölgeler ve devletin büyüklüğü
Yukarıda zikredilenler ya halife ya vali (ordu komutanlığı da içinde haliyle) gibi üst düzey yöneticilerdir. O zamanki Emevi Devletini düşünün bir kere; hem büyük hem de sürekli bir fütuhatla devamlı büyüyor. Bir taraftan devlet meseleleri ile uğraşılırken, diğer taraftan da at sırtında aylarca süren seferler gerçekleştiriliyor. Bir taraftan, dışarıda karşılaşılan gayri müslimlere İslamiyet doğru olarak anlatılmak ve İslam ahlakı tam olarak tecelli ettirilmek zorunda, diğer taraftan da, sürekli bir fitne ve kalkışma halinde içerisindeki taşkın Şiiler ve inatçı Hariciler terbiyeye muhtaç. Bu karışık fitne ortamında adaleti gözetmek çok zordur (bunu becerebilenler olmadı değil elbette). Evet, zikredilen isimlerin çoğu zalimdi fakat zalim oldukları kadar da alim ve fakih idiler, İslam düşmanı değildiler ve İslamiyeti değiştirmeye ya da yıkmaya çalışmadılar. Eshab-ı Kiramın da olduğu bir coğrafyada yetiştiler ve yönetici oldular. Kendilerine karşı çıkanları veya tehdit olarak gördüklerini, dini duruşları sebebiyle değil, en basit haliyle, kendi düzenlerine gelebilecek zarar ihtimali le imha ettiler (yapılanları mazur göstermez o ayrı). Yanlışlıkla ve ölçüyü, haddi aşarak öldürdükleri insan sayısı da az değildir.

     Aslında yapılacak en iyi iş bunlara karşı "nötr" olmaya çalışmak, bu isimler anıldığında nabzı yükseltmemektir. Onları sevmek şart olmadığı gibi, günümüze realiteden uzak bir şekilde aktarılan üzücü hadiseler sebebiyle lanet etmek de doğru değildir. Bu konular geçtiğinde "siyah veya beyaz" olmak yerine "gri"ye bürünmek, yapılabilecek belki en ihtiyatlı duruş olacaktır!