Read more: http://www.bloggerdersleri.com/2012/06/blogger-meta-tag-ayarlari.html#ixzz3CwTYFEk2 şöyle garip bencileyin: Nisan 2014 Follow my blog with Bloglovin

26 Nisan 2014 Cumartesi

Son Olaylardan Sonra Dış Basında Türkiye ve Başbakan Erdoğan

   
     Son zamanlarda, özellikle de 2013 yılının Mayıs ayı sonlarında patlak veren "Gezi Parkı Olayları" ve 17 Aralık'ta gerçekleştirilmeye çalışılan "Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu" isimli kalkışmadan sonra (ve bu konu ile alakalı olarak Twitter ve YouTube'un engellenmesi sürecinde), Batı menşeli dış basın, Türkiye'ye yönelik eleştirilerini sertleştirmeye başladı. Bu sert eleştirilerden en büyük payı ise elbette Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aldı. Başbakan Erdoğan, giderek artan sertlikte bir üslupla ve "diktatör, despot, kibirli, kendini beğenmiş, demokrasiyi hazmedememiş, muhalefet kabul etmez" gibi sıfatlarla anılmaya başlandı. Üçüncü KöprüKanal İstanbulÜçüncü Havalimanı gibi çok büyük çaplı maddi ve Demokratik Açılım ve buna benzer adımlar gibi manevi projelerin artması ve hız kazanması ile eleştirilerin dozunun artması ise neredeyse "paralel" (biri paralel mi dedi) oldu. Bu eleştirilerin ve kaynakların bazılarına bir göz gezdirelim:

      "Times of Israel" isimli internet sitesi, 16 Mart 2014 tarihli haberinde başlığı, Türk Tabipler Birliğinin (hepimiz biliyoruz bu zihniyeti) bir bildirisini referans alarak şöyle atıyor: "Turkish doctors question PM Erdogan’s mental state" yani "Türk Doktorlar (burada 'hepsi' kastedilmeye çalışılmış besbelli) Başbakan Erdoğan'ın ruh sağlığını sorguluyor".

     The Wall Street Journal'da, Matthew Kaminski imzalı, 10 Haziran 2011 tarihli makalenin başlığı şöyle: Turkey's 'Good Dictator' yani "Türkiye'nin 'İyi Diktatörü". Makalenin içeriğinde değinilen konular ise şöyle: "Erdoğan, ekonomiyi düzeltti ama güç paylaşımı ve eleştiriyi hiç sevmiyor", "Türkleri kutuplaştırıyor", "Başbakan muhaliflerini harcıyor", "Demokratikleşme adımları net değil".

     İnternet medyasının gözdelerinden The Huffington Post'un 3 Haziran 2013 tarihinde yayınlanan ve Agence France Press'ten Fulya Özerkan'a dayandırılan haberin başlığı şu: "Erdogan Says 'I'm No Dictator'... But Is He?" yani "Erdoğan, diktatör olmadığını söylüyor ama gerçekte öyle mi acaba". Haberin detayları ise yukarıdakilerden farksız: "inat, eleştiri kaldırmaz, ekonomiyi düzeltti ama diktatörlüğe doğru gidiyor".

     "Ortadoğu ve Arab Dünyası uzmanı" olarak lanse edilen İngiliz Robert Fisk, 10 Nisan 2014 tarihli The Independent'ta yayınlanan makalesinde soruyor: "Has Recep Tayyip Erdogan gone from model Middle East 'strongman' to tin-pot dictator?" ya da kabaca: "Erdoğan, Ortadoğu'ya örnek teşkil etme rolünden diktatörlüğe mi kayıyor?" Fisk, o bilindik ağır ve ağdalı İngilizcesiyle devamında diyor ki; "Bir zamanların sadık Amerika dostu Erdoğan, giderek daha fazla otoriterleşiyor."

     Amerikalı CNN'in internet sitesinde, 4 Haziran 2013 tarihli Ivan Watson ve Josh Levs imzalı haberin başlığı: "Turkey's Erdogan: Successful leader or 'dictator'?" Türkçesi: "Erdoğan: başarılı bir lider mi 'diktatör' mü?"

     Alman Der Spiegel'de 21 haziran 2013 tarihli ve Maximilian Popp imzalı makale, "Turkey's Stubborn Man on the Bosphorus", Türkçesi ile "Boğaziçi'ndeki inatçı adam" başlığı ile çıktı. Makalenin devamında ise şu satırlar var: "Recep Tayyip Erdoğan, ülkenin ikinci Atatürk'ü olma yolundaydı. Ancak Gezi Protestolarına kulaklarını tıkayan bir despotlukla cevap verdi. Bu, ülkesi ve kendisi için bir trajedi. Gazeteci Fiachra Giabbans'ın, Guardian gazetesindeki Erdoğan tanımlaması tam yerinde; 'Şekspir trajedisi'. Darbeleri atlatan, mahkemelerden sıyrılan başbakanın, şimdi birkaç tane ağaç yüzünden başı dertte. Kendi kibrinin kurbanı oldu." Yazının devamında daha o sıralar hükumet taraftarı gibi görüntü veren Zaman gazetesinden de alıntı var ne hikmetse: "Erdoğan, milli bilince çok büyük zarar verdi." Yazıda, başbakan için sarfedilen diğer sözler şöyle: "Demir yumruk... kafası karışık despot... ülkeyi bölüyor."

     Amerikan haftalık haber dergisi Newsweek'in internet sitesinde, 11 Ağustos 2013 tarihli ve Benny Avni imzalı haberin başlığı şu şekilde atılmış: "Turkey’s Erdogan Is Quietly Wooing America’s Enemies" yani "Erdoğan, Amerika'nın düşmanlarına çaktırmadan kur yapıyor". Haber, Türkiye'nin, ABD'nin düşmanı sayılabilecek ülkelerle yaptığı askeri ve savunma maksatlı işbirliklerini masaya yatırıyor ve Başbakan Erdoğan'ın, giderek Amerika'nın menzilinden çıkmaya başladığını söylerken, bir taraftan da AK Parti hükumetinin "komşularla sıfır sorun" politikasından hızla uzaklaştığını da belirtiyor. Satır araları ise Tayyip Erdoğan ve dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'na yönelik sert eleştirilerle dolu.
   
     İngiliz The Guardian'da, 30 Mart 2014 Mahalli Seçimlerinden hemen önce çıkan bir haber, şu başlıkla verilmiş: "Turkish PM divides nation and neighbourhoods ahead of local elections" yani basit haliyle "Başbakan, seçim öncesi milleti ve insanları kamplaştırıyor". Constanze Letsch tarafından hazırlanan yazı, muhalif alıntılarla da güçlendirilerek, çok ağır bir dille başbakanı eleştiriyor... eleştiriden de öte, bu yazıyı okuyan bir Batılının aklına, istemsiz olarak Alan Parker'ın, üstümüze kara bela gibi çöken "Midnight Express" filmini ve filmin bakış açısını getiriyor. Tek taraflı, yönlendirici ve sanki ülkemizde iç savaş varmış gibi bir resim çizen haberin satır aralarında şunlar var: "Hükumeti hakkındaki yolsuzluk iddialarından kurtulmak için Erdoğan, ülkeyi  'kendisine sadık olanlar' ve 'hainler' diye ikiye bölüyor"...  "Bu, 'böl ve yönet' politikası (bunu söyleyen bir İngiliz kafalı dikkat edin, yani bütün İslam Dünyasını bu fikriyat ile parçalayan bir kafa) Okmeydanı ve Beyoğlu gibi birçok semtte karşılıklı çatışmalara sebep oluyor".

     The Guardian'ın yakın yol arkadaşı The Observer da, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı alçaltma faaliyetinde kardeşinden aşağı kalmıyor. Hükumetin Twitter'ı engelletmesine değindiği 23 Mart 2014 tarihli haberinde kullandığı alçaltıcı ifadelerden bazıları şöyle: "Türkiye'nin abrazif başbakanı, Twitter'ı yasaklatmaya çalışarak (ve tabi ki başaramayarak) komik duruma düştü"... "10 senedir ülkeyi yöneten güçlü lider imajı, Gezi Parkı olaylarından sonra, çok kişi için huysuz bir zorbaya dönüştü"...


     ABD'nin tanınmış gazetelerinden The Washington Post'un editöryal kurulunun (yani gazetenin temel duruş ve görüşünü temsil eden beyin takımının) hazırladığı haberin başlığı şu: "Turkey’s prime minister acts desperately to hold onto his power" yani "Türkiye'nin başbakanı, gücünü devam ettirebilmek için çılgınca davranıyor".  Haberin içeriğindeki bazı detaylar şöyle: "Erdoğan, iktidarda kalabilmek için acımasız bir kampanya yürütüyor"... "inişe geçen siyasi hayatını tekrar yükselişe döndürmek için kaba yöntemlere başvuruyor"... "Yolsuzluk operasyonu sürecinde, adli mekanizma üzerinde baskı kurmaya çalıştı"..."Kendisini eleştiren basın-yayın organlarını sindirmeye ve sessizleştirmeye çalıştı". Yazının son paragrafı ise tam bir ibret vesikası: "Demokrasiye sahip çıkmak şimdi Türk Milletinin elinde. Bu, seçimle olmasa bile, barışçıl gösteri ve direnişle de olabilir! Twitter vakasının da gösterdiği gibi; Erdoğan için, bir uçağın düşürülmesini emretmek, organize olmuş donanımlı bir topluluğu sindirmekten daha kolay"!


     Daha bunlar gibi bir yığın yazı, haber ve makale bulmak mümkün. Verilmek istenen mesajlar ise aşağı-yukarı aynı: "Erdoğan, diktatör, despot, acımasız, kibirli, huysuz, demokrasiden anlamaz..." Suçlamaları tırnak içine alıp "biz demiyoz haa, öle diyolar" mesajları... Bu mesajlarda Abdullah Gül'ün iyi bir "alternatif" olduğu da, makyajlı bir biçimde işleniyor ve hatırlatılıyor ne hikmetse! Kısacası, Osmanlı Hakanı Abdülhamid Han-ı sâni'ye yaptıklarının ve yapmaya çalıştıklarının neredeyse aynısını yapmaya çalışıyorlar: "yaftala, hırpala, itibarsızlaştır, yalnızlaştır, soyutla"!  


22 Nisan 2014 Salı

Çevreci Olmak İçin Solcu ve Ateist mi Olmak Lazım?


     Hepimiz, “Greenpeace” denilen çevreci! örgütün üyelerinden birinin ya da birkaçının yaptığı protestolara bir vesile ile şahid olmuşuzdur. Herhangi bir kampanya çerçevesinde bilmem hangi köprüde  kendini zincirlemeler, önemli ve kalabalık bir toplantı esnasında ortalığı velveleye vermeler, hatta protesto edilecek şahıs veya kurumlara sözlü ve fiili karşı koymalar gibi oldukça agresif sayılabilecek faaliyetler, bu protestolardan sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Peki maksat ne? Maksat gayet masum ve temiz; çevreyi korumak!

     “Çevrecilik” fikriyatı, asrî manada, Sanayi Devrimi ve Endüstrileşme ile başlayan dönemin getirdiklerinden ve neticelerinden biridir (tabii mi yoksa suni mi kararı sizin). Özellikle Büyük Buhrandan sonraki en büyük ekonomik durgunluğun ve krizlerin yaşandığı 70’lerin Batı Dünyasında, çeşitli vesilelerle (Vietnam Savaşı karşıtlığı ve tüm dünyayı saran muhalif gençlik hareketleri vs.) yükselen değerlerden biri de Çevrecilik idi. Bu hareket hem çeşitli formlarda vücut buldu hem de giderek siyasallaştı. “Çevreciler”in birinci dereceden uğraştığı konular; tabiatın hızla kirlenmesi, kaynakların giderek tükenişe doğru gitmesi, soyu tükenme tehlikesi yaşayanlar başta olmak üzere bazı hayvanların (kürklerini ve/veya belli yerlerini elde etmek maksatlı) vahşiçe katledilmesi, nüfus artışı, bilhassa Soğuk Savaşın körüklediği nükleer silahlanma ve en nihayetinde de bu konular ile ilgili, toplumlarda farkındalık oluşturmak görünümünde idi. Yine 70’lerde, “Greenpeace” diye bilinecek bir gönüllüler grubu, yaptıkları protesto faaliyetleri ile isimlerini duyurmaya ve gündem oluşturmaya başladı. 80’lerde ise, şimdilerde alakalı-alakasız her yerde karşımıza çıkan “Küresel Isınma” ve “İklim Değişikliği” kalıpları filizlendi.

     Giderek artan çevrecilik hareketleri, Kapitalist Batıdan hızla, dünyanın geri kalanına ihraç edilme eğilimine girdi. “İkibin yılından sonra yandık”, “ikibin bilmem kaçta su savaşları yaşanacak”, “pandaları çiftleştirmemiz lazım”, “ay çabuk olun nefes alamıyorum” gibi felaket tellallığı ile güçlendirilmiş ve ajitasyon miktarı yükseltilmiş cümleler, gündelik hayatımıza kadar girdi. Herkes, sorumlu olmaya davet ediliyordu, herkes elini taşın altına koymalıydı! Tamam kardeşim de, bu tabiatı kim sömürüp bu hale getirdi? Birbirine pala sallayan ve açlıktan kırılan Afrikalılar mı? Batılı kukla idarecilerin elinde “gelişmeme nedir ve nasıl yapılır” konusunda tez yazan Ortadoğu mu? Daha yeni yeni günyüzü görmeye başlayan dünyanın geri kalanı mı? Hayır! Vahşi insan gücü kullanımı, kendinden olmayanı sömürme, hızla tüketme ve dünyanın çivisini çıkarma konusunda profesörlük payesi bulunan Postmodern Batının ta kendisi! Başka türlü olması mümkün mü ki? Ama adamların hakkını teslim etmek lazım; bütün dünyayı ipteki cambaza hayran hayran baktıracak zehir gibi çalışmaları var! Dünyayı yaşanmaz
Nükleeri istemezük!
hale getir, suyunu kurut, yerin altını üstüne getir, sonra uyuşturucudan önünü bile göremeyen solcu ve ateist grupları kendine karşı kışkırt “bakın bunlar bizim muhalifimiz, bizim çıkarımıza çalışmıyorlar, bize sövüyorlar, siz bunlara sahip çıkın” tarzı bir makyajla onları dünyaya pazarla, küresel ısınma ve iklim değişikliği araştırmaları yapacak dev araştırma kuruluşları kurmak suretiyle günah çıkarıyormuş gibi yap, Greenpeace’i gelişmekte olan ülkelerde konuşlandır, bu ve buna benzer “istemezük” mantığındaki organlarla o ülkelerin kamuoyunu meşgul et, durmadan protesto yaptır, nükleer tesis kuracaklarına onları bin pişman et, “ulvi gayeler” için savaş verdiğini sanan gençleri gönüllü olarak çalıştır, Taksim’den geçen vicdanlı ve “gönüllü kızları” kıramayacak kadar naif! insanımızın cebinden 5-10 doları kopar!(şaka şaka, o kadar da olmaz canım!)

     Çevreci oluşumlarda dikkat çeken belli-başlı şeyler var. Mesela, rasyonel olmaktan uzak, ütopik ve teorik çözümler, bitmek bilmez felaket senaryoları, ayağı yere basan ve işinde–gücünde insanlardan müteşekkil olmasından ziyade, bol kızlı
Biraz sonra naif! bir delikanlıdan
birkaç dolar koparma kabiliyeti varmış
gibi görünen Greenpeace gönüllüleri
sol örgütlenme tarzı ve meselenin esasına inmekten çok, yüzeysel çözümler peşinde olmaları... gibi. Fakat bunlardan ayrı olarak, dağda veya bir köyde karar kılan, organik tarımla uğraşıp bisiklete binen, tek bir elbise ve ayakkabı ile ömür tüketip para kullanmamaya çalışan, bir daha şehir ve kalabalık yerleşim yerlerine ayak dahi basmayan, kısacası karbon ayak izini minimuma indiren “samimi” çevreciler de yok değil elbette ama onlar da istisnadan öteye gidemiyor. “Farkındalık oluşturmak” ve eylemlere katılmak için benzin ya da mazot yakan arabalar kullanan, sıcakta klima çalıştıran, ayağı Nike’lı, eli iPhone’lu hümanist hatta “hayvanist” çevreci arkadaşlar pek de samimi gelmiyor doğrusu!

     Peki, çevreci olmak için, yani başka bir ifade ile, tabiatı diğerlerinden daha çok önemseyen kimse olmak için illa yukarıda zikredilen tarifte biri mi olmak lazım... elbette hayır! “Çevreci” olmak için bilinçli bir Müslüman olmak yeterlidir (gerçi pratikte gördüğümüz örnekler pek iç açıcı değil ama onlar konumuz dışında). Bir Müslüman evvela israf etmez ve israf etmediği halde kendi ve etrafı temiz olur. İsraf etmemek yani tutumlu ve iktisatlı davranmak ve kaynakları kendine yetecek kadarı kullanmak, tabiatı ve geleceği düşünenler için kilit vazifesi görür. Nitekim, her sene yapılan araştırmalar bunu desteklemektedir. İsraf ve savurganlık Batı Dünyasında (ve ne yazık ki bunları taklid merakındaki bizlerde de) inanılmaz ölçülerdedir. Tek başına sadece bu konu ile mücadele edilse, hem mücadelenin kendisi ucuza gelir, hem de bu mücadelenin sonunda elde edilecek fayda çok yüksek olur. Yeşillendirme, ağaç dikimi ve bakımı, kaynakların idareli ve adil kullanımı, çeşitli vesilelerle kullanılan veya kullanılmayan hayvanlara gösterilecek şefkat ve merhamet, içinde bulunulan ekosistemi korumak gibi, doğrudan “Çevrecilik” ve “çevreyi korumak” sayılacak prensipler, birçok hadis ve haberde medh edilmiştir. Dinini kayıran bir Müslüman, tabiatteki hassas dengeleri bozmaz, ihtiyacı olanı kullanır, eğer hasar gören kısımlar varsa elinden geldiğince onu tamire uğraşır.

     Yani çevreci olmak için felaket tellallığı yapmaya, herhangi bir dış mihraklı örgüte üye olmaya ya da o örgütlere yardım etmeye gerek yok! Muktesid ve dinini bilen ve karbon ayak izi düşük bir Müslüman olmak kafi!  



17 Nisan 2014 Perşembe

30 Mart 2014 Seçimlerinin Analizi


     30 Mart 2014 Pazar günü yapılan Mahalli İdareler Genel Seçimleri, hükumeti elinde bulunduran iktidar partisinin kesin zaferi ile neticelendi. AK Parti, en önemli muhalifleri
2002 yılından beri çok az
değişen genel tablo
Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisinin oylarının toplamından daha fazla oy alarak, güçlü konumunu sürdürdü. Yüksek Seçim Kurulu rakamları tam olarak açıklanmadı ise de, eldeki bilgilere göre iktidar partisi, kullanılan oyların neredeyse yarısını aldı ki, yerel idarelerin belirlendiği ve genelde adayların öne çıktığı böyle bir yarışta, yüzde 45 ve 46’lardan bahsetmek, çok büyük bir halk desteğinin mevcudiyetinden bahsetmek demektir. Ancak bu seçimleri diğerlerinden farklı kılan faktörler vardı. Bunları da göz önünde bulundurarak, seçimin bir analizini yapalım:

     1. 2013 yılının gündem maddelerinden biri, dershanelerin kapatılması ve bunlar kademeli olarak okullara tebeddülü idi. Normal şartlar altında fazla tantana çıkartmayacak bir konu gibi görünürken, dışarıdan “cemaat” olarak bilinen ve müntesipleri tarafından “hizmet hareketi” olarak tanıtılan ve riyasetini eski bir imam ve vaiz olan Fethullah Gülen’in yaptığı oluşum, bu kapatma kararına şiddetli bir “hayır” çekti. Herkes ne olduğuna mana vermeye çalışırken, 17 Aralık 2013 günü Türkiye, “rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” diye meşhur olacak bir gündemle sabaha uyandı. İçişleri ve başka birkaç bakanının oğlunun ve meşhur simaların gözaltına alındığı haberleri geldi. Meğerse arkadaş ortamlarında ve sağda-solda duyulan; “abi herifler polis teşkilatını ele geçirmiş”, “öğrenci evlerindeki gençlere hukukçu olun diyorlarmış”, “devleti ele geçirmek üzerelermiş” gibi söylentiler doğruymuş. Şimdiye kadar saman altından su yürüten cemaat, gücüne (iç ve dış) güvenerek hükumete açıktan “şah” verme cesaretini gösterdi ve Türkiye, tarihinde yaşamadığı ve çok kimsenin aklına gelmeyecek bir sürece girdi.

     Olan bitenin, seçimlerde AK Partinin oyunu baltalama girişimi olduğu gayet açıktı ve suçlamalar ile suçlananlar çok ağırdı. Üstelik bu sürece, sosyal medyada neredeyse her gün yayınlanan ve çoğu montajlanmış ses kayıtları da eklenince kavga iyice büyüdü ve dünyanın her tarafından duyuldu. Düşünebiliyor musunuz, ufacık bir söylenti çıkıp da kendisine akıtılan para ve yardımlar kesilecek diye titremesi gereken bir “cemaat”, bir ülkenin yarısının desteğini almış bir hükumeti karşısına alıyor! Çok garip değil mi?

     Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, her vesile ile “cemaat”i deşifre etme çalışmalarını halka anlatmaya çalışırken, bir yandan da bu “yeni mağduriyeti” gayet iyi yöneterek, vatandaşın desteğini arkasına aldı. Millet başbakana dedi ki; “al sana destek, al sana yetki, bunların inine gireceksen gir, biz seni bunlara yedirmeyeceğiz”.

     2. Bu seçimler gerilimle geldiği için, beklenildiği gibi kamplaşmayı da artırdı. Gerilim, cemaati çökertmek iddiasındaki AK Parti’ye oy verenleri sertleştirdiği gibi, cemaat kaynaklı haber ve iftiralarla, hükumeti yolsuzluk ile itham eden CHP’ye oy verenleri de sertleştirdi ve bazı yerleşim yerlerindeki farklar daha da açıldı.

     3. İddia edilen yolsuzluk ve rüşvet haberlerine CHP’nin balıklama, MHP’nin de kısmen “istemem yan cebime koy” (ya da verilmek istenen izlenim oydu belki) tarzı atlayışı, enteresan bir üçlüyü aynı hedefe karşı savaşırken birleştirdi. Yani yaşam tarzı ile millete ve milletin değerlerine tepeden bakan sekülerler, normal şartlarda mukaddesata ve milli değerlere saygılı olan Ülkücüler ve kuzu postuna bürünmüş, ipinin ucu dışarıda olan cemaat, “düşmanımın düşmanı dostumdur” stratejisinden hareketle, görünmez bir ittifak içine girdi.

     4. Bu seçim bir kez daha gösterdi ki, ne kadar demokrat da olsanız hatta ağzıyla kuş yakalama girişiminden başarıyla da çıksanız, eğer muhafazakar ve mukaddesatçı bir gündem ve siyaset ile yola çıkmışsanız, Karadeniz’in dalgalı ve hırçın suları hariç sahil yüzü göremezsiniz. Yani “ben milliyetçi muhafazakar bir çizgide size hizmet vermek isterim” diyorsanız, size sıcak denizler haram (biri istisna mı dedi)!

     5. Sosyal medya araç-gereçleri elinin altında olan ve gündemden daha çok haberdar olan metropol sakinleri, yine, adaya rey vermekten ziyade, karşı tarafı mağlup edecek adaylara sahip çıkmayı yeğledi. Yani “ortamlarda Sırrı Süreyya’ya oy verdim dersin, n’olacak” yaklaşımı, sosyal medya kurtları (veya öyle olduğunu sananlar) için gayet iyi işledi.

      6. BDP ve HDP tarzı partilerin, belli coğrafyalara hapsolmuş olduğu ve geri kalan vatandaşlara belediyecilik veya hizmet namına bir şey sunma  gibi bir derdinin olmadığı bir kez daha ayan-beyan ortada görünüyor (bundan gocunduklarını da sanmıyorum). Bu hareketin beyinleri, yakın zamanda “mağduriyet” ve “zenci muamelesi”nin sona ereceğini ve Güneydoğu Anadolu’daki vatandaşların artık bunlara ihtiyacı kalmayacağını düşünüp yeni stratejiler geliştiriyorlardır herhalde!

      7. İstanbul ve özellikle Ankara’da üçlü üstü kapalı koalisyon işbaşındaydı fakat buna rağmen yenilgiyi tatmaktan kurtulamadı.

      8. 30 Mart Seçimleri, Batılıları, geceleri kabuslar görerek ter-su içinde uyandıran ve onları, yatağının ucunda William Wallace görmüş -sözüm ona- İskoç asilzadesine çeviren bir fenomeni, yani “Türk” (milliyet olarak değil kültür olarak) üst başlığında toplanabilecek insanların “iyi ve güçlü bir liderin arkasından gözü kapalı gitme ve ona güvenme” geleneğini bir kez daha ispatladı.

       9. Teyid edilen bir gerçeklik daha var. O da, Milli Nizam ve Selamet ekolünden gelen AK Parti teşkilatının en iyi bildiği şeylerden birisinin, halka inmeği ve yerel yönetim teşkilatlanmasını başarılı bir şekilde becermesidir.